18 Temmuz 2014

Hasankeyf- Batman




Mardin sınırlarından ayrılıp Batman'a geçiyoruz.
Gezimizin Batman Merkez'den önceki son durağı Hasankeyf'e varıyoruz.
Açıkçası beklentilerimizin üzerinde bir kültür ve doğa ile karşılaşmak bizi hem şaşırtıyor hem sevindiriyor.
Yaklaşık 12 bin yıllık bir tarihe sahiplik eden Hasankeyf'i dünya gözüyle görmek, oranın havasını solumak bizi tarifsiz duygulara sürüklüyor.
Diğer taraftan yaklaşık 1 yıl içinde bu güzelliklerin ve daha da önemlisi tarihin sular altında kalacağını bilmek insanlık adına derin bir üzüntü duymamıza neden oluyor..



Hasankeyf acaba bir Avrupa şehrinde olsaydı Ilısu Barajı projesini yine de yaparlar mıydı?
Düşünün ki İngiltere'deki Stonehedge'i sular altında bırakacak bir enerji projesi planlanıyor. İngiltere'nin bu projeden elde edilecek enerjiye çok ama çok ihtiyacı olduğu söyleniyor hükümet tarafından. Binlerce yıllık tarihi bu kadar kolay silip atabilirler mi acaba? Yoksa ne yapıp edip projeyi iptal eder ve alternatif enerji planları mı yaparlar? İngilizlerin tarih ve kültürlerine ne kadar duyarlı olduklarını hatırlıyorum. Yaşadıkları yüzlerce yıllık evleriyle bile öyle gurur duyuyorlar ki. Evlerine gittiğinizde 1920'lerden kalma salon kapılarını ya da duvardaki vitrayları gururla gösteriyorlar. 

Biz ise topraktan kaç metre yüksekte bir ev sahibi olduğumuz ve evimizdeki alt ve üst yapının ne kadar modern ve son teknoloji ürünü olduğu ile gurur duyuyoruz. Gelenlere bilmem kaçıncı kattaki manzaramızı gösteriyoruz. 

Anlayış farklı, kültür farklı...



Hasankeyf'in büyüsü Dicle Nehri'nin yamacındaki bir tepeye kireçtaşlarının oyulması ile oluşturulan mağaralardabinlerce yıldır yaşantının devam etmesi.. Artuklular, Persler, Romalılar, Eyyübiler gibi devletlerin aynı topraklarda yaşayıp kültürlerini bırakmış olmaları. Korunamayarak yıkılmış olan Romalılardan kalma köprünün Dicle Nehri'ndeki muhteşem ayakları. Ve Dicle'nin hiç umulmayan mavilikteki rengi ile tezat oluşturan Hasankeyf yapılarının göz alıcı manzarası.

Diyorum ya, hiç beklemiyorduk bu denli büyüleneceğimizi. 

Nehrin kenarında yeme-içme yerleri var, nehre karşı yemek yiyebilirsiniz. 
Nehrin kenarına inip vaktiniz varsa balık tutabilir ya da kıyıdaki taşları suya atıp çıkan sesleri dinleyebilirsiniz. 
Merkezdeki dükkanları gezebilir, turistik hediyelik eşyalar alabilirsiniz.
Ben her zamanki gibi magnet aldım :)



Yalnız Dicle'nin üzerine yapılan ve tek ulaşım yolu olan köprü oldukça yüksek. Biz geçerken ürkmedik desem yalan olur. Dar bir kaldırım ve 2 şeritlik araba yolundan oluşan köprüde trafik yavaş akıyor. Yayalar birbirlerine yol vermek için yola inmek zorunda kalıyorlar, biraz tehlikeli.

İstemeyerek ayrılıyoruz Hasankeyf'ten. Hoşçakal diyemiyoruz, bu bir veda çünkü, biliyoruz :(

Hasankeyf'în ve Ilısu Barajı'nın son durumu ile ilgili bulduğum haberi burada paylaşıyorum. Son durum nedir diye merak edenler için.. 7 Temmuz 2014 tarihli haber:



 Hasankeyf Gün Sayıyor 

"Dicle nehri üzerine kurulan Ilısu Barajı antik bir kentin sonu olacak. Hasankeyf yaklaşık bir yıl sonra sular altına gömülecek.

Burada her taştan tarih akıyor. Arkeolog Necdet Talayhan Dicle Nehri’ndeki tüm kazılarda yer aldı. Tüm bu tarihi eserlerin yakında sular altında kalacak olmasını kavramakta zorlanıyor.

“Dicle nehrine bakalım. Nehrin sol tarafındaki saray kalıntısının odaları var. Yine medrese kalıntısıyla yan yanayız. Roma Duvarı’na doğru gidiyoruz. Dicle nehrini göreceğiz. Çoğunun alt kısmında Roma dönemine ait mezarları olan iki tane büyük yapının içinde kilise olan mekânlarımız var. Dedelerinin kültürlerinin yok oluşunu görüyor. Bu da insanın geçmişle bütün bağının kopması anlamına geliyor ve bir gelecek göremiyor.”

Kireçtaşından evler
Binlerce yıl insanlar, Dicle’nin tepelerindeki kireçtaşı evlerinde yaşadılar.
Hasankeyf sakinleri günümüzdeyse daha alçaktaki beton binalarda yaşıyor.
Ve yakında buralarda yaşamak zorunda kalacaklar; bölgenin dışındaki apartmanlarda…
Hasankeyf’in yaklaşık bir yıl içinde sular altında kalacağı tahmin ediliyor. Devasa bir baraj gölü vadiyi sular altına gömecek…

Türk hükümeti, barajla Hasankeyf’in yaşam standardını artırmayı vaat ediyor. Özellikle de çocuklar için daha iyi bir gelecek sağlayacağı belirtiliyor. Yerel yöneticiler ülkenin doğusunun acilen enerjiye ihtiyacı olduğunu söylüyor…

Hasankeyf kaymakamı Temel Ayça, bölgede balıkçılığı geliştireceklerini ayrıca tekne turlarıyla turizmin canlandırılmasının planlandığını kaydediyor.





Hükümet, 13. yüzyıldan kalma bu cami gibi birçok turistik yeri ise öncesinde bir sergi alanına nakletmeyi planlıyor. Arkeolog Necdet Talayhan için bu çok saçma;

“Hem doğunun hem batının çok güzel yansıtıldığı bir süsleme tekniği. Türkiye’de başka bir camide daha var. Maalesef burası su altında kaldığı zaman bu güzel süsleme de yok oluyor.”

Hafta sonu turist akını
Hasankeyf’in pek yakında artık var olmayacağının bilinmesinden bu yana kente daha fazla turist geliyor. Bu da sadece hayvancılıkla geçinen yerliler için ek gelir anlamına geliyor…

Fırıncı Mevlüt Güzel de hafta sonları gelen ziyaretçiler nedeniyle iki kat fazla ekmek pişiriyor. Ancak bu onu memnun etmiyor. Çünkü sular gelince sadece evinden değil, fırınından olacağını da biliyor…
“Bu toprağa alışmışız. Buradan büyük şehirlere yerleşirsek kaybolup gideriz. Biz alışkın değiliz.”

100 kilometre uzaklıktaki baraj inşaatında hummalı bir çalışma sürüyor. Yarıdan fazlası tamamlanmış durumda. Ülke içi ve dışında proje protesto ediliyor. Almanya’nın da bulunduğu yatırımcılar, geri çekildiler. Hükümet ise projeyi tek başına bitirmeye kararlı.

Bölgede herkes baraja karşı değil. Kent sakinleri bölünmüş durumda. Kimileri protestolara destek verirken, kimileri hükümetin daha fazla refah ve istihdam sözüne bel bağlamış durumda.

Projeyi eleştirenler, farklı bölgelerdeki kireç taşı mağaralarının turistlere kiralandığını ancak Hasankeyf’te ise sular altına gömüleceklerini söylüyor. Mağarada yaşayan son kişiler de yazdan sonra taşınmak zorunda…

DEVAMINI OKU

16 Temmuz 2014

Midyat - Hasankeyf Arası Yol Manzaraları



Yolculuğun belki de en güzel kısmı "yol" da olmak.
Hele arabayla gidiyorsanız, istediğiniz yerde mola verip tekrar devam etme şansınız var ise.
Midyat'tan Hasankeyf'e doğru ilerlerken hiç ummadığımız bir doğa ile karşılaştık.
Mayıs ayından da kaynaklanan bol yeşillikli manzaralar bizi çok kez mola vermeye zorladı.
Akşam Batman'dan kalkacak uçağa yetişmek zorunda olmasak daha da çok kalırdık herhalde.
Verimli ovalar, çok yüksek olmayan tepeler, dümdüz bir arazi yapısında aniden tepeye tırmanmaya başlayan yol.
Tepelerin arasından çıkıveren köyler. Tek katlı, tipik Anadolu evleri.
Böyle yerlerde apartman gördüğümde öyle üzülüyorum ki.



Apartman insan doğasına kesinlikle aykırı bir yapıdır.
Bize en uygun yerleşke şekli bahçeli ve mümkünse tek katlı evlerdir, hadi olsun olsun iki katlı olsun.
Öyle 3-4 katlı villalar bile doğadan kopma ve gizli bir kibir hali vermeye başlar insana.
Tabi bahsettiğim evler süper lüks olanlar.
Yoksa mesela Karadeniz'in ya da İç Anadolu'nun iki ya da üç katlı evleri oldukça mütevazidir.
Şu aralar dev bir şantiye görünümündeki mahallemden kaçasım var, denk geldi :)
Hele 8 şeritlik dev bir otobana dönmüş ve yaya geçidi, trafik ışığı ve kaldırım gibi kavramların bulunmadığı bir ana caddeye sahip bir mahalledeyken kaçma planları yapmak bana iyi geliyor.
"Şimdi buradan gidilir mi, bak nasıl da değerleniyor evlerimiz?"
"Birkaç seneye kiralar 2 katına çıkar kesin!"
gibi sözler bana öyle boş geliyor ki.
Benim huzurum, can güvenliğim, sakince yaşama durumum yoksa ben ne yapayım değerlenen evi?
Ev değerlenecek diye her gün can pazarına girer gibi kendimi yollara atmam daha mı mantıklı?
Benim değerlerim farklı galiba diğerlerinden.
Zaten oldum olası para işlerinde iyi olamadım hiç.

Nereden nereye geldim? :)
En iyisi sizleri fotolarla baş başa bırakayım.
Keyfini çıkartın :)




DEVAMINI OKU

10 Temmuz 2014

Mor Gabriel (Deyrulumur) Manastırı - Midyat - Mardin





Süryanilerin anayurdu olarak bilinen Mardin’in Midyat ilçesindeki Turabdin bölgesinde bulunan Mor Gabriel Manastırı  1600 yıllık tarihiyle en eski birkaç manastırdan biridir. 397 yılında Mor Şmuel ve Mor Şemun tarafından kurulan Manastır, Roma imparatorlarının bağışları ve katkılarıyla yüzyıllar içerisinde gelişmiştir.

Manastırın 5.ve 6.yüzyıldan kalan eşsiz yapıları, Bizans dönemi mozaikleri, kubbeleri,kapılarıyla büyük bir tarihi öneme sahip olan manastır Midyat kesme taşlarından yapılmıştır. Kilise tarafından ikinci Kudüs olarak kabul edilen Manastır, tarihi süreç içerisinde farklı isimlerle anıldı. İlk dönemlerde kurucularının isimleri ile anılan manastır sonraki yüzyıllarda rahiplerin meskeni anlamına gelen ve Süryanicede Dayro d’Umro isminden üretilen  Deyr-el-Umur veya bunun Türkçeye uyarlanmasıyla oluşturulan Deyrulumur ismiyle anıldı. Bugün de kullanılan Mor Gabriel ismi ise 7.yyda yaşamış ve azizlik mertebesine yükleşmiş, yönetimi ile manastırın gelişmesinde büyük rol oynayan Turabdin Metropoliti Mor Gabriel’den gelmektedir.




Manastır kendi içinde birkaç kısımdan oluşmaktadır. Manastırın en gözde eseri ana kilise olarak da kullanılan ve Büyük Kilise olarak adlandırılan yapıdır. Mor Şmuel ve Mor Şemun tarafından 397 yılında temleri atılan Ana kilisenin yapımına Bizans imparatoru I.Aanstasius yaptığı bağışlarla katkıda bulunmuştu.

Manastırın en güzel ve dikkat çekici yapılarından biri de Theodora Kubbesidir. Yapımında taş ve tuğla kullanılan Theodora Kubbesi büyüleyici bir güzelliğe sahiptir.
Manastırın güneybatı ucunda bulunan Meryemana Kilisesi de İmparator II.Teodosius’un Manastıra yaptığı bağışlarla yapılmıştır.


Manastırdaki Azizlerinden birinin mezarı. Toprakla dolu olan kısım kutsal sayılıyor ve ziyaretçiler tarafından şifa amaçlı olarak alınıyormuş.
Manastırdaki bir diğer yapı Azizler Evi’dir. Değişik dönemlerde hayatını kaybetmiş azizler buradaki 15 adet nişin içine konan mezarlara gömülmüştür.  Bölgedeki anıt mezarların en büyüklerindendir.  
Hristiyan dünyası için büyük bir öneme sahip olan Manastır aynı zamanda 1600 yılı aşan tarihi boyunca Süryani kilisenin ilim merkeziydi. Manastır okulundan çok sayıda patrik, metropolit, rahip, papaz yetişti. Manastır okulunun kütüphanesi de bölgenin en önemli kütüphanelerinden biriydi.Çok sayıda el yazması kitabın bulunduğu kütüphane ne yazık ki tarihi süreç içerisinde yaşanan savaşlardan yağmalardan dolayı günümüze ulaşmadı.


Bugün de Süryani kilisenin en önemli merkezlerinden biri olan Manastır Hz.İsa’nın konuştuğu dil olan Aramice’nin bir diyalektiği kabul edilen Süryanice ile duanın, ibadetin genç kuşaklara öğretildiği en etkin merkezlerden biri konumundadır.

Kişisel olarak çok etkileyici bir deneyimdi bu manastır ziyareti. Hatta Deyrülzafaran'dan daha çok sevdim ve etkilendim diyebilirim. Yine gönüllü bir rehber öğrenci eşliğinde gezdik manastırı. Çok detaylı ve güzel bir bilgilendirme turu oldu. İbadet edilen yerlerin enerjisi beni hep çekmiştir. Buradaki manevi atmosfer de çok yoğun ve tertemizdi. İbadetin her türlüsü güzel, her türlüsü şifa ve huzur verici. Ortamın temizliği, gençlerin bilgisi, ahlakı ve edebi gerçekten çok çok güzeldi. Yaradan'a giden her farklı yol bir renk. Bu renklerin korunmasını ve yaşamasını diliyorum.

Manastırın kendi Internet sitesi için tıklayın.

Kaynak: http://www.dunyabulteni.net/haber/276267/deyrulumur-manastiri-ve-tarihcesi

DEVAMINI OKU

4 Temmuz 2014

Bambino 45 Aylık

 
Bambinonun son ayı doktor kontrollerinde geçti.
Polen alerjisi için biorezonans tekniğini denedik.
Ankara'da Dr. Gülseren Kaya'ya gittik, başka bir doktor arkadaşımın önerisi üzerine.
Onun oğlunda da alerjiler varmış, 2 yıl belli bir dönem Gülseren Hanım'a gitmişler ve bir daha tekrarlamamış alerjiler. 16 yaşındaki oğlu için 4-5 yaşlarında tedavi olmuşlar.
Bu hikaye beni yeterince tatmin etti :) Ve denemeye karar verdik.
3 hafta üst üste 1'er seans gittik.
Bu yıl için tedavi bitti, gelecek sene Mayıs ayındaki duruma göre tekrar gidip gitmeme konusunu değerlendireceğiz.

Onun dışında besin alerjileri için gittiğimiz doktora kontrole gittik.
Yaptığımız diyete ve kullandığımız takviyelere devam etme kararı aldı doktorumuz.
2 ay sonra tekrar kontrol.

Bir de Bambinoyu ilk defa bir dişçiye götürdük.
Normalde diş fırçalama konusunda Bambinoyu serbest bırakıyorduk,  eline fırçayı verip kendi kendine fırçalamasını istiyorduk. O ne kadar fırçalarsa tamam diyip bırakıyorduk. Hiç fırçayı elimize alıp oğlanın dişini fırçalamamıştık.
Sadece çocuklarla ilgilenen dişçimiz Binnur Toygar'ın muayenehanesi çocuklara göre tasarlanmış.
Kocaman bir oyun odası, dişçi koltuğunun önünde doktor çalışırken çocukların çizgi film izlemeleri için bir ekran.
Binnur Hanım Bambinoyu koltuğa oturtur oturtmaz kötü haberi verdi: Bambinonun üst dişler komple çürümeye başlamış! 
Ve daha da kötü haber: Diş çürümesi m.em.ede uyumasına izin verdiğim için olmuş, adına da "süt birikmesi" deniyormuş. Hatta dişlerin çıkışı, duruşu bile emzirmeye bağlı olduğunu anlatıyormuş.
Yani, Bambinonun m.e.mede uyumasına izin verdiğim için içtiği sütler dişlerinin damakla birleştiği noktalara birikmiş ve zaman içinde çürümeler başlamış.
Birkaç dişindeki çürümeyi fark etmiştim ama Binnur Hanım iç taraftaki ve azılardaki çürümeleri de gösterince başımdan aşağı kaynar sular dökülüverdi.
Bambinonun eline fırça vermeden hep bizim dişlerini fırçalamamızı istedi Binnur Hanım.
Yanımızda fırça ve macun taşımamızı, kullanabilirsek elektrikli diş fırçası almamızı önerdi.
Ancak Bambino doktorda bile döner fırçanın sesinden korkup dişlerini temizletmedi.
Binnur Hanım dişlere dolgu hatta kanal tedavisi bile yapılabilir, o derece kötü durumdalar diyerek bir kötü haber daha verdi.
Bir de florür önerdi, Bambinonun tablet halinde çiğnemesini istedi.
Ancak florür konusunda çok çekimserim, sanırım bunu yapmayacağım.

Dişçiden moral bozukluğu içinde çıktım. Omuzlarıma suçluluk duygusu çöküverdi bunca haberden sonra. Dokunsalar ağlayacak moda gelmiştim.
Ve o anda ne oldu biliyor musunuz?
Bulunduğumuz caddede LÖSEV'in korteji yürümeye başladı.
Lösemili çocukların her birinde bir müzik aleti, harika bir orkestra kurmuşlar, eski model arabalar da onlara eşlik ediyordu.
Saçları traşlı, ağzı maskeli o çocuklardaki o coşkuyu görünce kendime geldim!
Ve şükrettim Allah'a, her halimiz için şükrettim.
Beterin beteri var, onların hastalıklarının yanında diş çürümesi nedir ki?
Kendimden utandım, bu sefer farklı bir nedenle ağlamaklı oldum.
Şükrettim, tekrar tekrar.

Efendim, işte doktor maceralarımız bu şekilde gelişti geçtiğimiz ay.
Bambino büyüdükçe tatlılaşıyor sanki.
Sohbetleri, tavırları, uyuması bile apayrı bir tatlılık içeriyor :)
Kargaya yavrusu kuzgun görünürmüş misali :))
Evde bana yardımcı oluyor, getir-götür işleri yapıyor.
Alt parça kıyafetlerini kendi çıkartıyor, bazen kendi giyiniyor.
Üstleri kolay çıkartmak için teknik bulamadım ben, o nedenle üstleri çıkartmak için yardım istiyor hala.

Geçen hafta markette alışveriş yapıyoruz, Bambino sepette oturuyor. 
"Anne, çok güzel bir simit kokusu geldi"
"Öyle mi oğlum, ben alamadım kokuyu"
"Anne, yaklaş, burunlarımızı birbirine değdirelim, benim burnumdaki koku senin burnuna geçsin"
:)
Anne-oğul burunlarımızı birbirine sürttük, böylece ben de simit kokusunu alabildim :))

Bebekken yapamadığımız uyku ritüelini alerji doktorunun kesin emri :) üzerine yapmaya başlayabildik sonunda: Banyo, pijama, diş fırçalama, kitap okuma (her gün olmuyor gerçi), sohbet, masaj ve uyku.
Eve 18:30 gibi gelen biri olarak bu rutini uygulamaya ancak akşam yemeğini yedikten sonra başlayabiliyorum. Masayı ve mutfağı toparlıyorum, bir bakıyorum 21'i geçmiş saat. Sonra banyo ile uyku sürecini başlatıyorum. Yatağa yatmamız 22'yi buluyor. Daha öne çekmeye çabalıyorum ama iftar vakti erken yememizi engelliyor. Neyse, buna da şükür, 23'lerden buraya kadar çektim.

Bambino ile ben de yatıyorum, sohbet edip masajını yapıp uyutuyorum oğlanı. Ama aslında o beni uyutuyor. Çocukla yatınca ortamı saran o müthiş huzurlu uyku kokusunu almamanız mümkün değil. Her ne kadar "Ben o uyuyunca kalkacağım" diye kendime telkinlerde bulunsam da %90 Bambino ile aynı anda uyuyakalıyorum. Uyandığımda saat geceyarısını bulmuş oluyor. O saatten sonra bir şey yapasım da gelmiyor, gidip kendi yatağıma yatıp uykuya devam ediyorum. Eskiden çok şikayet ediyordum bu halimden ama şimdi uyum sağladım. Demek ki benim de uykuya ihtiyacım var diyorum.

En sevdiği renk koyu kırmızı, yeşil ve mavi.
Pink Floyd dinlemeyi çok seviyor.
Uzun saçlı kızlara bayılıyor, yanlarında şekilden şekle giriyor.
İştah yerinde maşallah, bu aralar bir oturuşta yarım karpuz yiyebiliyor, abartısız.
Dışarıda gezmeye bayılıyor.
Toplu ulaşım araçlarına binmeyi çok seviyor. Gemi, tramvay, uçak, minibüs, otobüs..
Hayal gücüyle eline aldığı bir sopayla uzun süre vakit geçirebiliyor.
Kalabalığı, insanlarla olmayı seviyor.
Olumsuz duygularını karşı tarafa iletmek istemiyor. Gelip bana anlatıyor ya da otorite gördüğü birine.
Sanırım anlatırsa arkadaşlarını üzeceğini düşünüyor.
Genel olarak çok şükür mutlu, keyfi yerinde bir çocuk.
Sabahları mutlu uyanıyor (sabaha karşı anne-baba yatağına geldiği için uyanınca onları görüyor tabi).
İşe gitmediğimiz günleri iple çekiyor.
İnatçı, istediği olana kadar vazgeçmiyor.

Nice mutlu aylara oğlum, seni çok seviyorum!
DEVAMINI OKU

3 Temmuz 2014

Deyrulzafaran Manastırı - Mardin










İsa’dan sonra 5. yüzyılda inşa edilen Deyrulzafaran Manastırı, muhteşem mimarisi yanında Süryani Kilisesi’nin önemli merkezlerinden biridir. 1932’ye kadar 640 yıl boyunca Süryani Ortodoks patriklerinin ikametgah yeriydi.

Manastır, Mardin’in 4 kilometre doğusunda, şirin bir dağ yamacında, Mardin Ovasına hakim bir noktadadır. Üç kattan oluşan Manastır 5. yüzyıldan başlayarak farklı zamanlarda yapılan eklentilerle bugünkü haline 18. yüzyılda kavuşmuştur. Farklı zamanlarda yapılan eklentilere rağmen Manastır’ın adeta tek bir zamanda inşa edildiği havasını vermesi, bu eklenti binaları yapan mimarların ne kadar maharetli olduklarını gösteriyor.




Manastır, Milattan önce Güneş Tapınağı, daha sonra da Romalılarca kale olarak kullanılan bir kompleks üzerine inşa edildi. Romalılar bölgeden çekilince Aziz Şleymun bazı azizlerin kemiklerini buraya getirterek kaleyi manastıra çevirdi. Bu nedenle Manastır, önceleri Mor Şleymun Manastırı olarak bilini- yordu. Mardin ve Kefertüth Metropoliti Aziz Hananyo’nun 793 yılından başlayarak büyük bir tadilat yapmasından sonra Ma-nastır onun adıyla, Mor Hananyo Manastırı olarak bilindi. 15. yüzyıldan sonra da Manastır’ın etrafında yetişen zafaran (safran) bitkisinden dolayı Manastır, Deyrul-zafaran (Safran Manastırı) adı ile anılmaya başlandı.
 
Kubbeleri, kemerli sütunları, ahşap el işlemeleri, iç ve dış mekanlardaki taş nakışları ile insanın ilgisini çeken Deyrulzafaran Manastırı, uzun tarihi boyunca Süryani Kilisesi’nin dini eğitim merkezlerinden biriydi. Bölgeye ilk matbaayı getiren kişi de yine bu Manastır’da patriklik yapan ve 1895’te vefat eden 4. Petrus’tur. 1874 yılında İngiltere’ye yaptığı bir ziyaret sırasında satın aldığı matbaayı 1876 yılında Manastır’a getirtti. Matbaada 1969 yılına kadar başta Süryanice olmak üzere Arapça, Osmanlıca ve Türkçe kitaplar ile 1953’e kadar Öz Hikmet adında aylık bir dergi basılıyordu. Matbaadan geriye kalan parçaların bir kısmı Manastır’da diğer bir kısmı da Mardin’deki Kırklar Kilisesi’nde sergilenmektedir.







Manastır bugün de Süryani Kilisesi’nin önemli dini merkezlerinden biridir. Mardin Metropoliti’nin ikametgahı olan Deyrulzafaran Manastırı, dünyanın dört bir yanına dağılmış Süryaniler tarafından dua ve bereket almak için ziyaret edilir. Yine binlerce yerli ve yabancı turist, kısa veya uzun bir yol kat ederek Manastır’ı ziyaret etmektedirler.

Manastırın kendisi çöl ortasında bir vaha gibi. Bakımlı, tertemiz. Çalışanlar güleryüzlü ve misafirperver. Belli saatlerde gönüllü rehber gençler ziyaretçilere Manastırı gezdiriyor. Tüm detayları anlatıyor, çok keyifli bir tur yaptırıyorlar. Efes'teki Meryem Ana Kilisesi gibi ama daha yoğun bir manevi enerjisi var buranın. Mardin'e giderseniz burayı ziyaret etmenizi ve Mezopotamya'da bir arada yaşayan renkleri deneyimlemenizi tavsiye ederim.



DEVAMINI OKU

SOSYAL AĞLAR


İZLEYENLER

Blog Arşivi

HER GÜN MUTLAKA

NE ARADINIZ, YARDIMCI OLALIM?

Kişisel Blog

Copyright © Benden ve Bizden | Powered by Blogger
Design by Lizard Themes | Blogger Theme by Lasantha - PremiumBloggerTemplates.com